Stephenie Meyer'in yazdığı Twilight / Alacakaranlık serisi kitaplarının ve o kitaplardan uyarlanan filmlerin yakaladığı başarının ardından, yazarın bir başka kitabının daha sinemaya uyarlanması elbette kaçınılmazdı.
Popüler kitaplardan uyarlanan filmlerde, genellilkle, kitabı okuyan seyircilerin filmdeki çeviriyi yadırgamaması için çeviriyle paralel olarak kitabı da okurum. Böylece aynı evren içindeki aynı kavramlardan bahsettiği halde kitapta başka, filmde başka türlü çeviri olmaz. Bu da iyi bir şeydir kanaatimce.
Önce kitabı okuyup sonra çeviri yaparken "Bundan kitapta bahsetmişlerdi. Dur bakayım, neredeydi?" diye aramak mantıklı bir yaklaşım sayılmayacağı için, ben bu gibi durumlarda önce filmi çevirip sonra kitabı okumayı tercih ediyorum. Çevirisini daha yeni bitirdiğim filmdeki diyalogların yerini hatırlamak çok daha kolay olacağı için, kitap ve film çevirisi arasında bir farka denk gelince, "Dur bakayım, ben bunu şu şekilde çevirmiştim. Hemen değiştireyim." diyerek müdahale ediyorum.
Küçüklüğümde, en sevdiğim çizgi romanların televizyonda seyrettiğim çizgi film veya filmlerinde, özellikle karakterler isimlerinin çizgi romandan farklı çevrilmesine sinir olan birisi olarak, bu uygulamanın gerekli olduğuna kesinlikle inanıyorum. Ancak böyle bir işlemin çeviri süresini neredeyse iki kat uzattğını unutmamak gerek.
Bu filmi, 35 mm. filmlerin bitmesiyle birlikte kapanan Sinemaj'da çalıştığım dönemde çevirmiştim. Şirketteki tek işim oturup film çevirisi yapmak değildi. Çevirisi dışarıdan gelen filmleri altyazıya hazırlamak ve spotting kontrolünü yapmak gibi doğal görevlerimin yanı sıra, yeri geldiğinde o 35 mm. kopyaları palete yükleyip bizzat taşımak da dahil bir sürü işe koştuğumdan, çeviri yapmak için ideal bir ortam ve zamanı her zamanı bulamıyordum. Bu da haliyle, daha fazla uykusuz gece anlamına geliyordu.
Halbuki, tam da bu filmin çevirisini yaptığım sırada, eşimin bana doğum günü hediyesi olarak aldığı, o dönenim pek bir moda akıllı telefonum aniden bozulmuştu. Telefonun tamircide neredeyse iki ay sürünmesi ve artık kaybolma noktasına gelmişken, bulabildiğim her telefon numarası arayarak nihayet geri alabilmem, bozulmasına sebep olan şikayetimle alakası bile olmayan "içine su kaçmış" bahanesiyle tamir edilmemesi gibi apayrı maceraları bir kenara bırakıp, bu mevzuyu açmamın asıl sebebine geleyim: Hayatımızı kolaylaştırması için yapılan cihazlar belli bir iş yükünden sonra çatır çatır bozulurken, benim böyle uykusuz geçen bir tempoya daha ne kadar dayanacağım belli değil. Gençken bünyem kaldırdığı için hiç umursamıyordum ama artık vücudumdan gelen sinyalleri dinleme zamanım geldi.
Ne var ki, ayda sadece bir film çevirerek geçinmem mümkün olmadığına göre, beni daha çok uykusuz gecelerin beklediği kesin.
Popüler kitaplardan uyarlanan filmlerde, genellilkle, kitabı okuyan seyircilerin filmdeki çeviriyi yadırgamaması için çeviriyle paralel olarak kitabı da okurum. Böylece aynı evren içindeki aynı kavramlardan bahsettiği halde kitapta başka, filmde başka türlü çeviri olmaz. Bu da iyi bir şeydir kanaatimce.
Önce kitabı okuyup sonra çeviri yaparken "Bundan kitapta bahsetmişlerdi. Dur bakayım, neredeydi?" diye aramak mantıklı bir yaklaşım sayılmayacağı için, ben bu gibi durumlarda önce filmi çevirip sonra kitabı okumayı tercih ediyorum. Çevirisini daha yeni bitirdiğim filmdeki diyalogların yerini hatırlamak çok daha kolay olacağı için, kitap ve film çevirisi arasında bir farka denk gelince, "Dur bakayım, ben bunu şu şekilde çevirmiştim. Hemen değiştireyim." diyerek müdahale ediyorum.
Küçüklüğümde, en sevdiğim çizgi romanların televizyonda seyrettiğim çizgi film veya filmlerinde, özellikle karakterler isimlerinin çizgi romandan farklı çevrilmesine sinir olan birisi olarak, bu uygulamanın gerekli olduğuna kesinlikle inanıyorum. Ancak böyle bir işlemin çeviri süresini neredeyse iki kat uzattğını unutmamak gerek.
Bu filmi, 35 mm. filmlerin bitmesiyle birlikte kapanan Sinemaj'da çalıştığım dönemde çevirmiştim. Şirketteki tek işim oturup film çevirisi yapmak değildi. Çevirisi dışarıdan gelen filmleri altyazıya hazırlamak ve spotting kontrolünü yapmak gibi doğal görevlerimin yanı sıra, yeri geldiğinde o 35 mm. kopyaları palete yükleyip bizzat taşımak da dahil bir sürü işe koştuğumdan, çeviri yapmak için ideal bir ortam ve zamanı her zamanı bulamıyordum. Bu da haliyle, daha fazla uykusuz gece anlamına geliyordu.
Halbuki, tam da bu filmin çevirisini yaptığım sırada, eşimin bana doğum günü hediyesi olarak aldığı, o dönenim pek bir moda akıllı telefonum aniden bozulmuştu. Telefonun tamircide neredeyse iki ay sürünmesi ve artık kaybolma noktasına gelmişken, bulabildiğim her telefon numarası arayarak nihayet geri alabilmem, bozulmasına sebep olan şikayetimle alakası bile olmayan "içine su kaçmış" bahanesiyle tamir edilmemesi gibi apayrı maceraları bir kenara bırakıp, bu mevzuyu açmamın asıl sebebine geleyim: Hayatımızı kolaylaştırması için yapılan cihazlar belli bir iş yükünden sonra çatır çatır bozulurken, benim böyle uykusuz geçen bir tempoya daha ne kadar dayanacağım belli değil. Gençken bünyem kaldırdığı için hiç umursamıyordum ama artık vücudumdan gelen sinyalleri dinleme zamanım geldi.Ne var ki, ayda sadece bir film çevirerek geçinmem mümkün olmadığına göre, beni daha çok uykusuz gecelerin beklediği kesin.
Yorumlar
Yorum Gönder