Sinema salonları dijital dönüşüm geçirmeden önce ana ham maddesi silikon olan filmlerin sarıldığı makaraların kullanıldığı analog sistemler vardı. Bu silikon filmlere alt yazılar lazerle yakılarak basılırdı. Basım işleminden önce de alt yazılar aslında montaj masası olarak yapılmış bir cihaza bağlanan bilgisayarla, yarı analog yarı dijital bir şekilde kontrol edilirdi.
Türkiye'de filmleri lazerle basan iki şirketten birine girdiğimde dijital dönüşümün ayak sesleri çoktan duyulmaya başlamış olsa da, bu dönüşüm uzun süre sadece bir fikir olarak kaldığından orada çalışan pek çok kişi bunun olacağına ihtimal vermiyordu. "Biz bu lafları çok duyduk. Yıllardır aynı şeyler söyleniyor. Bir şey olmadı; olacağı da yok." derlerdi.
Dijital dönüşümün gelmesi gerçekten de zaman aldı. Ha geldi ha gelecek derken sektörde yıllarca bu konuda hiçbir hareket olmadı. Sonra, beklenen dönüşüm gerçekleşmeye başladı; ve takip eden birkaç yıl içinde silikon ham maddeli makara filmler ortadan kalktı. Belki nostaljiye meraklı birkaç yerde halen yaşatılmaya çalışıyordur, bilemem ama bir zamanlar yoğun bir fabrikadan farksız çalışan bizim şirketten geriye boş duvarlar kaldı.
Priest filmi, dijital dönüşümün henüz tamamlanmadığı ama herkesin artık geleceğini kabullendiği bir dönemde bize gelmişti. O dönemde çevirisini ve ardından kontrollerimi yapmış, filmi lazerle basılmak üzere ilgili arkadaşlara vermiştim.
O zamanlar yaptığım işlerle ilgili bir blog yazmadığından, filmle işim bitince çalışma dosyalarını arşive kaldırmış ve unutmuştum. Yıllar sonra, şirket kapanıp benim tekrar serbest mesleğe geçtiğim ilk dönemlerde çalıştığım stüdyolardan biri bana çevirmem için bu filmi verene kadar da aklıma gelmedi. Açıkçası, pek de kayda değer bir film olarak görmemiştim.
Film hakkında söyleyebileceğim tek iyi şey, yaptığım alt yazı çevirisini başka bir platformun gereklerine göre düzenlediğim o günlerde 72 kiloya kadar düşmüş olmam olabilir ancak. Aradan geçen 3,5 yılda bir daha böyle bir başarıyı yakalayamadım. Bir de, ana okuluna giden oğlum hayatının ilk karnesini yine bu filmle uğraştığım günlerde aldı ki o da güzel bir anıydı benim için.
Türkiye'de filmleri lazerle basan iki şirketten birine girdiğimde dijital dönüşümün ayak sesleri çoktan duyulmaya başlamış olsa da, bu dönüşüm uzun süre sadece bir fikir olarak kaldığından orada çalışan pek çok kişi bunun olacağına ihtimal vermiyordu. "Biz bu lafları çok duyduk. Yıllardır aynı şeyler söyleniyor. Bir şey olmadı; olacağı da yok." derlerdi.
Dijital dönüşümün gelmesi gerçekten de zaman aldı. Ha geldi ha gelecek derken sektörde yıllarca bu konuda hiçbir hareket olmadı. Sonra, beklenen dönüşüm gerçekleşmeye başladı; ve takip eden birkaç yıl içinde silikon ham maddeli makara filmler ortadan kalktı. Belki nostaljiye meraklı birkaç yerde halen yaşatılmaya çalışıyordur, bilemem ama bir zamanlar yoğun bir fabrikadan farksız çalışan bizim şirketten geriye boş duvarlar kaldı.Priest filmi, dijital dönüşümün henüz tamamlanmadığı ama herkesin artık geleceğini kabullendiği bir dönemde bize gelmişti. O dönemde çevirisini ve ardından kontrollerimi yapmış, filmi lazerle basılmak üzere ilgili arkadaşlara vermiştim.
O zamanlar yaptığım işlerle ilgili bir blog yazmadığından, filmle işim bitince çalışma dosyalarını arşive kaldırmış ve unutmuştum. Yıllar sonra, şirket kapanıp benim tekrar serbest mesleğe geçtiğim ilk dönemlerde çalıştığım stüdyolardan biri bana çevirmem için bu filmi verene kadar da aklıma gelmedi. Açıkçası, pek de kayda değer bir film olarak görmemiştim.
Film hakkında söyleyebileceğim tek iyi şey, yaptığım alt yazı çevirisini başka bir platformun gereklerine göre düzenlediğim o günlerde 72 kiloya kadar düşmüş olmam olabilir ancak. Aradan geçen 3,5 yılda bir daha böyle bir başarıyı yakalayamadım. Bir de, ana okuluna giden oğlum hayatının ilk karnesini yine bu filmle uğraştığım günlerde aldı ki o da güzel bir anıydı benim için.


Yorumlar
Yorum Gönder